Kitap-Kahve-Yağmur, Felsefe ve Homo Habilislerle Hoşgeldin Sonbahar

Hoş geldin yağmur, hoş geldin sonbahar, hoş geldin kitap-kahve-yağmur üçlüsü, hoş geldin sıcak şarap günleri,  hoş geldin aşk, hoş geldin hayat, tekrar hoş geldin. Misafirlerine tek tek hoş geldin muhabbetine giren ev sahibi gibi mi oldum ne…

Düşününce misafir onlar ama değil mi? Kimi uzun, kimi kısa, bir süre kalacaklar bende ve ben misafirlerimi güzel ağırlamayı düşünüyorum.

Sanırım ben yaz insanı değilim, beynim, ruhum, kalemim, düşüncelerim sanki hepsi tatile girmişti bu yaz. Kötü şeyler de oldu ülkede hem de çok, gerçi uzunca bir süredir kötü şeyler oluyor ülkede ama ben o kötülerden değil, yağmurun yağmasıyla içime dolan yaşam enerjisinden bahsetmek istiyorum. Ne de olsa ateş düştüğü yeri yakıyor ve ben yanmamışım ya daha, gerçi yananların, yanıklarına rağmen, gösterdikleri mücadele ruhunu gördükçe de yanmak nedir diye de sormuyor değilim kendime.

Neyse konumuz ateş değil su bugün, yağmur yani, daha doğrusu, yağmurla gelenler. Cahit Zarifoğlu ”Asıl marifet buluttaydı ama herkes yağmura şiir yazdı” demiş ama yağmura değil yazdıklarım.(ay ne gurur yaptım sanki yağmura yazmıyorum diye )

Yaza da denk gelen son süreçte yazmadım hiç, yazmadım mı yazamadım mı bilemiyorum. Belki yazacak çok hikayem olmadığımdan, belki aynı şeyleri yazıyor gibi olma hissinden, belki ‘ne güzel yazmış, anlatmış’ dediğim insanlar olduğundan, belki bir anlamı olmadığını düşündüğümden, diğer yazanlardan daha önemli ne söyleyeceğim ki duygusundan, bilmiyorum işte, o yazma enerjisini kendimde bulamadım uzun bir süre.

Okul açıldı,  çocuklar okula başladı ve koşturmacalı, programlı günler başladı demek bu aslında ama (Bayılırım programlı olmaya  )  sanırım ben koşturmacadan beslenen bir ruha sahibim.  Program deyince de  dün hazırladığımız yemek programımız geldi aklıma, durun onu anlatayım iki dakka, program bizim işimiz usta. O kadar programlı bir aileyiz ki, önce yemekleri baklagil, sebze, et, karbonhidrat olmak üzere gruplara ayırdık sonra bu gruplara giren yemekleri listeledik ve hangi gruptan haftada kaç gün olacağını belirledik dün akşamın önemli bir bölümünde, gırgır şamata eşliğinde.

Yer yer gergin anlar da yaşadık tabi, hangi yemeğin hangi gruba girmesi gerektiğiyle ilgili, bu listeye  girecek olan tavuğun endüstriyel tavık mı köy tavığı mı olacağıyla ilgili…

Bir ara endüstriyel tavuk yemek istiyoruz sesleri yükselince, daha fazla köy tavuğu konusunda ısrarcı olamadım, tabandan gelen taleple ayda bir endüstriyel tavuğa bağladık olayı. Arada geçen diyaloglardan da bazıları:

  • Ispanağa tavırlıyım ama senin için bak kabul ediyorum,
  • Bu erişte nerden girdi hayatımıza,
  • Sarma dolma bir sebze yemeğidir,
  • Kapuska neyden yapılıyordu yaw,
  • Tamam anne gerilmek yok,

 

Neyse, sonbaharın beni kendime getirmesiyle içime dolan enerjiydi yazıya başlama sebebim ama hemen başka konulara dalma gibi bir huyum var biliyorsunuz.(Niye karşımda birileri varmış gibi konuşuyorsam, şansım varsa hepi topu -yazınca ne garip geldi hepi topu kelimesi, yoksa bir dilbilgisi katline mi aracı oluyorum- bir iki eş dost okuyacak yazdıklarımı  )

Dün sabah işe giderken, asansörde alt komşuyla karşılaştık, tesadüf akşam da aynı komşuyla karşılaştık ve ‘akşam mesaisi başlıyor şimdi’ dedi yorgun bir ifadeyle, ben önce gülümseyerek karşılık verdim ve sanırım evet dedim, sonra dayanamayıp, ‘ya aslında ben yorgun değilim bugün biliyor musunuz, enerjiğim’ deyiverdim sanki enerjik olmamam gerekiyormuş gibi….

Tabi bu enerji dolu olma hali her an her dakika olabilecek bir şey değil ama genel halim bu yönde diyebilirim.

İkinci üniversite olarak felsefe bölümüne de yazıldım ki bende ki heyecanı görmelisiniz. Kayıtla beraber, kitapları da verdiler, kitapları elime almamla birlikte öğrenci gibi hissettim kendimi ve bıraksam ayaklarımı kendi halinde, vücudum etrafında 360 derece dönerek ve sekerek yürüyecek.

Karıştırdım hemen içlerini ve biran önce ders çalışmam lazım diye düşündüm. Üniversite hayatlarını severek okudukları bir bölümde geçirenlere hep özenmişimdir, demek böyle oluyormuş dedim.(Aslında toplamda üç dersten üç ünite çalıştım daha ama zevkle yani)

Sevgili eşim okulu bitiremeyeceğimi ve bundan da sıkılacağımı düşünüyor ama kendimi ispatlamak gibi bir derdim yok, ben şu anda yaşadığım heyecan ve mutluluğu biliyorum sadece. Bitireyim de ‘baak bana bırakırsın demiştin ama al sana diploma’ diyeyim  gibi bir duygu da yok içimde, sadece felsefe bölümü okuyor olduğum  için mutluyum( üç ünite ama okuyorum işte yavaş yavaş).

Allaam ya yazıyla uğraşacağıma ders mi çalışsaydım, sınava kadar haftada üç ünite bitirmem gerekiyor. Bu arada  bir arkadaşımın da felsefeye kayıt yaptırdığını öğrendim.O da benim gibi önce edebiyat bölümünü düşünmüş, sonra felsefeye karar vermiş.Hoş bir tesadüf oldu benim için.

Gerçi hafta sonu sabah uyanıp beni ders çalışırken gören eşimin ‘ne o, haftaya sınav mı var’ demesiyle ‘hayatım, Onur kaç ünite bitirmiş onu yakalamam lazım’ derken buldum kendimi…

Bitirdiğim üniteler de kafam da oldukça yer ediyor sanırım. İlk çalıştığım ders uygarlık tarihi oldu ve son yaptığımız Kapadokya gezimizin öncesine denk geldiğinden, orada yaptığımız konuşmalarda eskiden insanlar diye başlayan her cümledeki eski insanlardan aklıma homo habilisler, homo sapiensler falan geliyordu.

Gel beriye, topla gel, o kadar eski değil Ayşe demeler, ‘evet Ayşe ansiklopedik bir bilgi öğrenmiş, onu bize duyurması lazım’lar falan havalarda uçuyor ama valla yaw aklıma eskiden insanlar deyince homo habilislerin gelmesine mani olamıyorum. Şu sıralar bana daha net ifadelerle gelinmesi lazım, efendim ilk Türk Beyliklerinde, Selçuklu zamanında, Cumhuriyetin ilk mübadelesinde gibi, yoksa eskiden insanlar deyince ben direk uygarlık tarihine gidiyorum ne yapayım…

Ders notlarımdan öğrendiğim bir bilgi de insanların yaşlandıkça daha mutlu ve duygusal açıdan daha dengeli hale geldikleri, hayatın getirdiği başarı ve fiyaskolar karşısında daha dengeli  ve barışık oldukları. (ahan da yazıya başlık buldum Yaşlı ve Mutlu, yaşlı derken yaş almaktan bahsediyorum tabi de dengeli olma durumu hangi pencereden baktığınıza bağlı. Dengeden kastınız düşünsel ve davranışsal istikrar ya da monotonluksa ben orda değilim biline yani).

Rahatladım valla yazdıkça, biraz dağınık yazıyorum zannımca ama olsun, dünyanın en güzel yazısını yazmak zorunda değilim dimi.Bu da öğrenilen bir duygu mu acaba, en iyisini yapamayacaksak hiç başlamamak.En iyisini yapamayınca başarısız hissetmek.Hem kime göre iyi neye göre iyi değil mi….

Bıraksan daha bir sürü yazacak gibiyim (allam tutan var sanki de) ama uzun bir aradan sonra ortaya karışık bırakıyorum işte…

 

 

 

 

 

 

 


Kitap-Kahve-Yağmur, Felsefe ve Homo Habilislerle Hoşgeldin Sonbahar” için bir yanıt

  1. “Ali Lidar’in mutluluk tanımı gibi yada ortaya karışık bırakmak” gibi terimlerin ilk başta garip ve hatta süssüz gelse de, yazıların bütününü düşününce şiirden, kendinden, çevresinden beslenen üslubunu, iç seslerinle hiç çatıştırmadan karakterize etmen, yıllardır şiir deneme yazan biri olarak imrendiriyor beni açıkçası bu çok sesli koroya. Esas süs kelimelerim takısından çok, böyle yazidaki özde sanırım. Ayrıca felsefe eğitimi bakalım yazılara nasıl yansıcak, daha bir ortaya karışık mi olur yoksa aforizma gibi az ve öz mü görcez;)
    Ayrıca yemeklerden bahsetme, Manos da yok olan var olmayan var;)))

    Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s