Yıl 1397 Aylardan Bahman …

Günlerden pazartesi, Hülya aradı; biz İran’a gitmeyi düşünüyoruz, ne dersiniz diye. Evden komşuya gidecekken düşünen biz,  sanki pazara gitme teklifini kabul etmiş gibi akşam bilet alırken bulduk kendimizi. Tabi ilk telefondan sonra birkaç kez gelen “ee düşündünüz mü” telefonlarının da etkisi olmadı değil bu durumda. Hızlı bir karar verme süreci oldu, hadi hayırlısı. Daha ne olduğunu anlamadan cumartesi yolda bulduk kendimizi. Sabah, aracımızla İstanbul Tahran uçağına rahat rahat yetişecek şekilde çıktık yola. Biraz erken çıktığımızdan yolda Safranbolu yörük Köyüne uğradık. Selçuk’la ben daha evvel görmüştük Yörükköyü’nü, Hülya ve Derya için ilk oldu. Daha evvel yaz ayında gitmiştik, şimdi karlar içinde ayrı bir güzel geldi. Yöresel bir mekanda kahvelerimizi içerek güzel bir başlangıç yapmış olduk geziye. İran’da nerede kalacaktık, nereleri gezecektik hiç fikrim yoktu. Kendimi onlara bırakmıştım. Zira kontrol merkezi olmak yerine kendimi bırakmak yönünde tavsiye almıştım işin uzmanından. Bilime saygımdan ses etmedim, ne olacak, nasıl olacak diye merak etsem de içime attım.

Sabahın ilk saatlerinde Tahran’daydık. Selçuk, şurada bir bank bulalım,  mabadımız dinlensin, ayaklarımızı uzatalım diyecekken, Hülya ve Derya’yı pasaport kuyruğunda görünce biz de yanaştık kuyruğa. Bu arada çek çekli bir bavul almanın hayati bir öneme sahip olduğunu ilk dakikalarda idrak etmiş olduk Selçuk’la. Biz sırtımızda çekiştire çekiştire taşırken çantaları, bizimkiler usul usul, epil epil, ifil ifil kuğu gibi çekiyordu  bavullarını.

Biraz dolar bozdurduk havaalanında. Selçuk elinde bir tomar parayla geldi yanımıza. İran para birimi Riyal fakat günlük kullanımda tümen var. Riyalin sıfır atılmış hali. Sormayın ne kadara tekabül ediyor diye. Bizimkiler iki günde çözdü ben hala fransızım konuya. Zira para hesabı her yapıldığında farklı verilerle geliyorlardı ve ben sadece “emin miyiz” arkadaşlar diyordum. İki günün sonunda “emin miyiz” demekten de vazgeçtim, kendimi onlara bıraktım. Herşeyi bilmek zorunda değildim, uzman öyle diyordu ve bilime saygım vardı değil mi? Hay bin kunduz çözmek istiyordum ben de ama olmadı.

Neyse bir de telefonlarımız için İran hattı aldık havaalanında. Hepimiz alacaktık ama Hülya 6,30 arabasını kaçırmamalıyız deyince düştük peşine. Sonraki araba bir gün sonra herhalde yoksa bu kadar acele etmezdi dedim içimden ne bileyim her saat araba olduğunu. Sekiz tam günümüz vardı ama gezimiz son sürat başlamıştı. Hiçbir şeyi kaçırmamalıydık.

Bu arada uçaktaki kadınlar, havaalanına inmeden başlarına örtülerini alınca ben de aldım, usül böyle diye. Kendimi hiç iyi hissetmedim. Değişik bir duyguydu. İlerleyen günlerde, ilk günlerde yaşadığım derecede huzursuzluk yaşamadım baş örtüsüyle ilgili ama genel olarak ruh daraltıcı geldi. Her an düşecek endişesiyle, kontrol etmek zorunda kalmak iyi gelmedi hiçbirimize.

Yaklaşık altı saatlik otobüs yolculuğunun sonunda İsfahan’a vardık. Benzin fiyatlarından dolayı her türlü ulaşım çok ucuz İran’da. Hacer karşıladı bizi orada. Evini pansiyon olarak işleten biri Hacer. Gezeceğimiz yerlerle ilgili, ulaşımla ilgili, yeme içmeyle ilgili ne kadar sorumuz varsa hepsine cevap vermekle kalmayıp, bizzat gösterdi bize. İranlıların misafirperverliğini, içtenliğini gelmeden önceki sınırlı zamanımızda okumuştuk internetteki yazılardan ve şimdi yaşıyorduk birebir. Önceki gün sabah arabayla başlayan yolculuğumuzun ilk etabı gece uçak yolculuğu, akabinde otobüs yolculuğuyla tamamlanmış, sıra gezmeye gelmişti. Allam Hülya hiç yorulmuyordu, uranyum mu içmişti yola çıkmadan önce acaba? Seyahatimizin sonuna kadar da yorulduğunu görmedim. Tahran dahil dört kentte bulunduk ve hepsinin arası ortalama altı saat yol ve bazılarını gece yapıp gündüz gezmeye devam ettik.

Ekibimizin en ufak üyesi Timuçin, eve döndüğümüzde, “gece ve gündüz birbirinin içine girmiş gibiydi” dedi. Evet öyleydi, alem devamlılık isterdi. Burası Fars diyarıydı. Fars demişken, İran’ın kendini dış dünyaya tanıtma biçimi, resmi dili Farsça olsa da İran Türkleri ve Farslar nüfus olarak neredeyse eşit gibi. İnternette bir çok kaynakta değişik rakamlar var, bir tanesine göre % 40 Fars, % 40 Türk, %10 Kürt, % 2 Beluç, % 2 Arap, % 6 diğer etnik kimliklerden oluşuyor İran Nüfusu. Özellikle Tahran’da yarı yarıya Türk varmış. Bunu bize söyleyen Tahran rehberimiz Mehmet.

Durun size Mehmet’i anlatayım. Yazd kentinde Zerdüştlerin Sessizlik Kulelerini gezerken rastladık Mehmet’e. Şimdi Zerdüştlük nedir, sessizlik kulesi nedir sorularının cevaplarına girersem hem yazı uzar hem de klasik gezi yazısı olsun istemiyorum. Bir zahmet wikipedi canım, w’dan önce 0 koy giriyorsun yasaklı wikipediye. Bu arada İran’da facebook, tweter ve you tube yasak. Biz wikipediyle başladık yasaklara hayrolsun bakalım. Gerçi kısa süreli you tube ve tweter yasaklamışlığımız var hamdolsun. Allah sonumuzu benzetmesin. Daldan dala atlıyorum ama bir gün İran’a benzeme fikri hiç uzak gelmiyor bana. İran, dönmemizin üzerinden birkaç gün geçmesine rağmen hala aklımızda, ruhumuzda kaldı o ayrı da, İran’da yaşamak da İran gibi olmak da hiç istemem. Yaşasın çoğulcu demokratik cumhuriyet, yaşasın halkların eşitliği diye sloganımı atıp bu konuyu şimdilik burada bırakayım. Canım isterse gene dönerim.

Mehmet, bizim Türkiyeden geldiğimizi anlayınca selam verdi. İran’da Türkiye’den gelenlere ayrı bir sevgi var. Gerçi herkese aynı derecede cömert ve sıcaklar da Türkiye deyince tebessümleri bir parça daha artıyor, çok seviyoruz biz sizi diyorlar, canlarım.  Sohbet ettik ayak üstü ve fotoğraf çektirdik. Telefon numaralarımızı aldık, fotoğrafları atabilmek için. Yazd’dan Tahran’a geçeceğinden, asıl yaşadığı yerin Tebriz olduğundan bahsetti. Hoda hafız deyip ayrıldık. Çok şükür iki üç kelime Farsça kapmıştık İran’da,  hoda hafız yani bay bay, hoşça kal, allaha emanet ol gibisinden bir cümle kalıbı.

Akşam Mehmet’ten mesaj geldi “gözel gardaşlarım, sizleri Tahran’da gezdirmek isterim, yürekten hizmetinizdeyim” diye. Ponçik ya ne diyorsun. Şaşırmıştık hepimiz. İlk düşüncemizle  “teşekkür ederiz bu teklifin için, seni yormayalım, Tahran’da yol gösterecek bir arkadaş var ona ulaşacağız, lüzum ederse seni ararız, sağolasın gardaş” dedik. Dedik ama Mehmet’de de aklımız kalmadı değil yani. Mehmet’in mesajı şaşkınlık yaratmıştı bizde. Ertesi gün mesaj attık Mehmet’e biz geliyoruz seninleyiz diye. İyi ki de öyle demişiz. Tahranda’ki sınırlı zamanımızı onun sayesinde hem verimli hem de keyifli geçirdik. Sanki yıllardır arkadaşmışız gibi hissettik çünkü o da öyle davrandı bize. Birlikte güldük.

Mehmet İran Azerisi olduğundan onunla anlaşmak zor olmadı. Derbent’te gezerken dönüş yolunda Tahran kıçımızın altında olacak dedi Mehmet. Anlamaya çalıştım, olmadı. Şimdi düşünüyorum da çok mantıklı geliyor. Kıçımızın altında ne demek ola ki diye düşünürken “Mehmet, kıç bizde popo demek” dedik. Oo bilmiyordum dedi gülüştük. Bacaklarını gösterdi. Ha dedik Tahran ayaklarımızın altında olacak. Bize de bir şey öğretmeye gelmiyor. Tahranı kıçımızın altında görene kadar bu cümleyi kurduk değişik versiyonlarıyla. Velhasıl  Tahran’ı kıçımızın altında görmek ayrı güzeldi. Kısıtlı zamanda ancak bu kadar yaşayabilirdik Tahran’ı daha fazlasını düşünemiyorum. Derbent’te kahve içmek için oturduğumuz mekanda Türkiye’den geldiğimizi anlayınca masaya hemen Türkiye bayrağı getirdiler. (Derbent; iki dağ arasındaki dar geçit, bilmeyenler için hizmet).

İnsanlar’ın gösterdiği sevgi karşısında, zaman zaman kendimi-zi soruladık. Biz nasılız diye. Bulunduğumuz dört kentte de aynı duyguları yaşadık. Yazd’de Rıza amca avluya her geldiğimizde elinde tepsiyle bize çay getiriyordu. Umarım anlatabiliyorumdur, çay getirip getirmemesi değil olay. İnsanların bakışlarıyla, vücut dilleriyle o güzelliği görebiliyorsunuz. İran’daki ilk günlerimdeki benle döndüğümdeki ben aynı değil. İlk günlerdeki tedirginliğim kendimle alakalı bir durum. Güvende hissetmeme, tetikte olma hali vardı bende. Bununla ilgili bir şey yaşadığımdan değil, tamamen kendi güvensiz yapımla ilgili. Burada bile karanlıkta yürürken arkamda duyduğum ayak sesine karşı bir ürperti olur bende. Belki de çocukluğumda sürekli duyduğum “kimseye güvenme” lafının etkisi vardır bunda bilemiyorum.  Günün her saatinde dışarıda bulunduğumuz sekiz günün sonunda şunu söyleyebilirim ki bu anlamda bir huzursuzluk hissetmedim, hissetmedik.

Tahran’da şoförle  birlikte altı kişi olarak taksiye biniyorduk ve kucakta yolcu almak yasak olmadığından ben kucakta gidiyordum. Bana kucağını açan dostlara selam olsun, bu seyahatlerimiz bile eğlenceliydi. Tahran’da metroya da binince tüm ulaşım araçlarını kullanmış olduk seyahatimiz boyunca. Metro da öyle kalabalıktı ki inip binerken ekstra hareket etmene gerek yok, kitle seni götürüp getiriyor, araya kaynıyorsun. Diğer kentlere göre Tahran daha kalabalık, İstanbul’a benzettik biz.

Bu arada İran’da hiçbir yerde trafik kuralı yok. Tüm kavşaklara direkt dalabiliyorsun. Biz yolcu olarak gerilirken, şoförler o kadar rahat ki alışmışlar sanırım. Öyle ufak dokunmalarda “hey hemşerim noluyor” diye arabadan inmiyorsun, el edip geçiyorsun. Zaten çoğu arabada ufak tefek darbeler var. Bilgisayar oyunu gibi trafik. Düşünürken yoruldum. Sakın ola İran’da araç kiralayayım demeyin, zaten taksi sudan ucuz. Binin taksiye on km yol gitseniz vereceğiniz 4-5 lira olur. Sokaklar taksi dolu. İşsizlik var İran’da ve insanların çoğu taksicilik yapıyor.

Bu benim gördüğüm dördüncü ülke ve yeni geldiğim için mi bilemiyorum İran’ın yeri bende ayrı olacak gibi. Bunun neden böyle olduğunu sorgulayınca, galiba insanlarla ilişki kurduk, ondan diye düşündüm. Kuru bina, taş, toprak görüp gelmedik. Zaten görsel anlamda, mimari açıdan beni çok etkileyen bir yapı oldu mu? Olmadı. Gördüğümüz bir çok şeyi hissettiğimiz için etkilendik. Temas ne kadar önemli.

Tahran’da canlı müziğe bile gittik son gecemizde. Oynamak istediğimizi söyledik  Selçuk’la, türkü söylesek dedik Derya’yla, kapattıracak mısınız burayı, yasak, “allah belalarını vere” dediler. Şiraz’da kaldığımız yerdeki arkadaş, dans etmek istiyorum demişti, dans etmek. Kızlı erkekli. Türkiye’ye gel , tarihi turistik mekan çok dedik . Tarih görmek istemiyorum dans etmek istiyorum dedi. Çoğu kez laik yaşamın ne kadar hayati önemde olduğunu düşündüm İran’da. Kadınlar özgür değil. Gülmek, şarkı söylemek, sevgiliyle el ele olmak, sarılmak yasak. Gerçi kadının özgür olmadığı yerde erkek de özgür değil o da sistemin kurbanı bana göre. Bu arada özellikle sarılmak yasak olunca oldukça zorlanan arkadaşlarımız  oldu.

Şiraz kentinde kaldığımız hostelin ufak bir avlusu vardı. Sadece sabah kahvaltısı dahildi verdiğimiz ücrete ama günün hangi saati olursa olsun açıktı mutfak. Gerek kendi içimizde gerek, çalışanlarla, gerek diğer gezginlerle avlu içinde yaptığımız muhabbetlerimiz de çok güzeldi. Orada da Türkiye’den gelenlerle karşılaştık, Pakistan’dan gelen Türkiyeliyle karşılaştık. Japonlar vardı. Yazd’da kaldığımız hostelde de onlara rastladık iyi mi?

Derya daha önce İran’a gelen arkadaşından bazı isimler almıştı, yardımcı olmaları açısından fakat aramaya gerek kalmamıştı. Nakşı Cihan meydanında gezerken biri Derya’ya “Derya” demesin mi? Tabi canım Derya’ya Derya diyecek Mahmut diyecek hali yok ya ama olay Ali’nin Derya’yı tanıması. Dünya küçük klişesinin tam zamanıydı. Çünkü Ali Derya’nın fotosunu görmüş oradan tanıyor. Arkadaşlarım gelecek İran’a demiş arkadaşı. Ay olay çok girift hal aldı. Çıkıyorum buradan. Ali’yle çıkıyoruz. O gün Ali bizi gezdiriyor İsfahan sokaklarında.

Sokaklarında bol bol taze meyve suyu içiyoruz İran’ın. Nar, kavun, elma, havuç ne ararsan var taze taze sıkıp getiriyorlar. Öyle çok tarım arazisi de görmedik ama sanırım İran’ın kuzeyinden geliyordur tarım ürünleri. Yazd’dan Tahran’a giderken görmeye başladık ekili arazileri.

Zamanda yolculuk gibiydi İran. Hayali bir şey değil, gerçek. Hala hicri takvim var orda. Yıl 1397 aylardan Bahman’dı gittiğimizde. Yılbaşı mart ayında nevrozla birlikte başlıyor. Doğa uyanırken giriyorsunuz yeni yıla. Dünyaya kafa tutar gibi, 1397 yi yaşıyorlar. Bu anlamda “vay be” diyorsun, evrenselliği kabul etmiyorum diyor. Çok güçlü bir duygu olsa gerek. Gerçi küresel güçlere kafa tutarken kendi halkına da kendi gücünü gösteriyor yönetim. Kendimi başkalarına ezdirmem ama ben ezebilirim durumu var. Karakola götürülen ayakları zincirli iki kişinin görüntüsü hala aklımda. Kim bilir ne suç işlemişlerdi. Kendi kültürünü, dilini, tarihini yaşayarak aynı zamanda Dünya’lı olmak ütopik bir rüya mı yoksa. Denge imkansız mı yaşarken gibi bir sürü soru dolanıyorum kafamda.

Toparlasam iyi olacak yoksa kaybolup gideceğim yazının içinde. Çok güzel bir ekip olduk İran’da, heybemizi bir sürü duygu, düşünce, anıyla doldurduk. Hem kendi içimizde geliştirdiğimiz ilişkilerle, hem kendimizi farklı ortamlarda deneyimleyişimizle tazelendik, sorguladık, sevdik, bolca da güldük. Birlikte gülebilmek kıymetli bir duygu.

Ekibimizin en küçük gezgini Timuçin de uyumlu bir şekilde gezdi. Sorarak, inceleyerek, nasıl gezileceğini öğrenerek, elinde haritası yerleri işaretleyerek, gece gündüz gezmelere benden daha fazla uyum sağlayarak, kazanacağını öğrendiği parayla gaza gelip pi sayısının 50 hanesini birkaç saat içinde ezberleyerek, doldurdu heybesini. Gece yatmak için bizi değil Derya’yla Hülya’yı tercih ederek, İngilizcede bazen beni düzelterek, Derya’nın kahkahalarını yassak hemşerim diye uyararak ve daha bir sürü şeyle tamamladı seyahatini. Selçuk’la beni bazen  sinir etse de Derya ve Hülya’nın sınırsız sevgi ve ilgisi vardı hep. Hülya için iki la havle yeterliydi sakinlemesi için. Derya’nın kahkahası ekibin hep üzerindeydi. Kahkahasını bıraktı hem İran’a hem bizim hafızlarımıza. Ne zaman bizden arkaya düşse kahkahasıyla geriye bakıyorduk ve birileriyle sarılırken yakalıyordu gözlerimiz onu. Güzel bir bakış yeterliydi onun için. Hülya,  ulu bilgemiz, bilgi aşığı kadın. Derya ve ben hiç turist gibi değilken İran’lıların ilgisi onun ve Selçuk’un üzerindeydi. Çünkü Selçuk Alman Hansa Hülya Fransız Nataliye benziyordu. Biz yurdum insanı. Selçuk tarih bilgisini konuştururken “allam çocuk ilim irfan yuvası, Selçuk nereye ben oraya, sizinle gelmem siz hiç bir şey bilmiyorsunuz o çok şey biliyor” demesi gözümüzün önünde hep Hülya’nın. Selçuk, ekibin güven duvarı, ayaklı tarih ansiklopedisi,  ortak kasası, İran’ın en hızlı taksi çağıran insanı. (Bir de benim kocam, bunu da eklemem lazım, Selçuğu benle değil Derya ya da Hülya’yla eş sanıyorlar yaptıkları tahminlerde, silik miyim la ben) . Hülya’nın “yürürdük aslında “ bakışları arasında  Selçuk’un çağırdığı taksiler  gözümün önünde, birbirimizin dalgınlıklarıyla dalga geçip sonra bolca sarıldığımız zamanlar da.

Terslikler de oldu ama işlerimiz hep yolunda devam etti. Hep iyilerle karşılaştık. Genelleme sevmem ama belki de iyiliğin saf halinin coğrafyasındaydık kim bilir. Taksi çalışmayıp bavulları indirdiğimiz, çalışınca tekrar bindirdiğimiz sonra tekrar indirip başka taksiye bindirdiğimiz zamanlar oldu ama o trene hep yetiştik. Uçağımız gökyüzünde bir saat döndü, İstanbul yerine Antalya anonsu yapıldı ama  o havaalanına indik hep.

Yıl 1397 aylardan Bahman’dı ve biz İran’daydık. Dostlarla, dostluklarla Hoda hafız İran hoda hafız…


Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s