Hülya aradı. Düşündüm de son zamanlarda bu cümleyle başlayan ne çok anım oldu. “Akşam kitap söyleşisi olacak, uğrar mısın?” diye ama akşam, bizim kızlarla günümüz olduğu için “zor” dedim. Yarım saatin yeteceğini, kalabalık görünmemiz gerektiğini, Selçuk’un da geleceğini söyleyerek ikna etti beni. Benim adıma planı yaparak, gün için hazırlanıp gelebileceğimi, oradan da güne geçebileceğimi söyledi. Gün için hazırlanmayacaktım hâlbuki. Benim mesai içi-mesai dışı-özel gün –spor vs kıyafetlerim arasında belirli bir fark yoktur. Kimin söyleşisi olacak dediğimde de, yeni haberinin olduğunu, tanımadığını söyledi. İş çıkışı eve uğrayıp rujumu tazelemek suretiyle gün için hazırlığımı tamamlayıp Selçuk’la çıktık evden. İki damla yağmur yağsa sokak araları göllendiği ve her yerde pıtırak gibi inşaat olduğu için yollar çamur içinde. Kestirme olur diye ara sokaklardan geçiyoruz çamura bata çıka ve içimden söyleniyorum, ah Hülyacım diyerek. Neyse Tayfa’ya vardığımızda bir bakıyorum bizim kızlar da orada. Ne işiniz var burada sizin ? Hülya bizi de çağırdı diyorlar. E iyi de gizemli yazarımız kim, nerede, niye yok hala?
Hülya’yı sıkıştırıyorum kim bu yazar arkadaş diye, Hülya kaçamak cevaplar veriyor. Kendimi akışa teslim edip oturuyorum. Sorgulamaktan vazgeçip patron koltuğuna oturmuştum ki, Selçuk, elinde bir kutu kitap (kitap kutusu Hülya’da mıydı yoksa) yazar gelmediyse bizim yazarımız soran kadınımız var diyerek konuya giriş yaptı. Daha doğrusu yaptığını zannetti, çünkü ben durumu tam anlayamamış, hafif utançla karışık kahkahayı koyvermiştim.
Selçuk konuşurken, ben kitabı inceliyordum, evet benim bloğumun kapağıydı ve evet içinde benim yazılar vardı ama çok kalındı, anlayamıyordum. “Ayşe, bak bu kitap senin, sen yazdın bunu tamam mı” diyen bir ses geldi kulağıma sanıyorum Hülya’nın sesiydi. Biliyorsunuz bazı zamanlarda bir dış sese ihtiyacım oluyor durumu kavramak için. Aşırı doz şaşkınlık içinde okumaya başlıyorum ön sözü. Gözyaşlarım zaten, hazır kıta beklerler her zaman, sadıktırlar. Esirgemezler kendilerini benden. Yine öyle oldu ve sağanak başladı. Ben gelmeden önce bahis açmışlar Ayşe ağlar mı ağlamaz mı diye, bahisler çabuk kapanmış, herkes ağlayacağımdan emin olduğu için. Selçuk’un konuşması ve ön sözü okuması bitmiş, farkında değilim, sonra, kalk dediler kalk da sarıl adama. Diyorum ya bazen komut gerekiyor bana. Sarılmaz mıyım, sarılıp ağlamaz mıyım hiç böyle bir şey için. Bazen mutluluğun, minnetin, sevginin hissi o kadar derin olur ki ifade edecek kelime bulamaz, sadece hissedersiniz, o an da öyle bir an’dı işte. Selçuk uzun bir mesai ve emek harcayarak çılgın bir şey yapmış. Blog yazılarımı kitap haline çevirmiş, heyhat uçuyor muyum ne, bu bir rüya olmalı. Geldiğim imza günü kendiminmiş iyi mi? Hem de dostlarım yanım da, hem de kitabevinden öte bir anlamı olan #tayfaçocukkitabevi’nde …
Sonra bakıyorum ağlayan bir ben değilim, çoğu arkadaş ağlıyor. Çekirdek çitleyerek film tadında izlemeye başladıkları süreci, ağlayarak tamamlıyor bir çoğu. Birlikte ağlayabilmek nasıl güzel bir duygu. Sarılıp ağlaşıyoruz beraber.
Yazmayı seviyorum, çoğunlukla kendi yaşadıklarımdan yola çıkıp yazıyorum. Ne zamana kadar yazarım, ne yazarım bilmiyorum. Kendime bunun için bir vade koymuş değilim. Bildiğim şey, anlatmayı seviyorum. Anlatmadan, paylaşmadan bir hayat düşünemiyorum. Ay şişerim anlatmazsam. Olumlu dönüşler alınca da değmeyin keyfime.
Hayat an’lardan ibaret bence. Selçukcuğum, canım, an’larıma kocaman bir pay ekledi, ne diyeyim. Bazen düşe kalka ilerlediğimiz bu yolda, düştüğümde tutan elini sımsıkı sarıyorum…