Aytuğ Akdoğan- Sürgün

Aytuğ Akdoğan’ı,  You Tube sokaklarında dolaşırken Flu TV’de gördüm ilk kez. Bu arada Flu TV’yi tavsiye ederim. You Tube’de yayın yapan bir kanal. Kaliteli içerikleri var. Belli bir konu üzerine değil, hayatta ne varsa onun üzerine program yapan bir kanal. Neyse konumuz Flu TV değil ama güzellememi de yapmış olayım. Sorarlarsa “ay canım yeni övdüm geldim” derim.

Flu TV’de edebiyat üzerine Aytuğ Akdoğan’ın konuk olduğu bir programı keyifle seyrettikten sonra, Flu Tv’de ne kadar Aytuğ Akdoğan’lı program varsa seyretmeye çalıştım. Sohbeti çok keyifliydi ve okuma listeme bir kitabını eklemek istedim. 1992 doğumlu olan yazar, Türkiye’deki en genç yazar olarak anılıyor birçok yerde.

Sürgün romanı, Haykitap’tan çıkmış 133 sayfalık bir kitap. İlk çıkış tarihi 2016, yani 24 yaşındayken yazmış bu romanı. Daha evvel Şule Gürbüz’ün çok genç yaşta yazdığı Kambur kitabını okuyup çok beğenmiştim. Bu kitaptan hemen  önce okudum anlamında değil genç yazar okumak anlamında söylüyorum bunu.

Aytuğ Akdoğan’ın çevre, savaş, askerlik, hayat, ölüm, intihar, aile ve daha bir sürü şeyle  ilgili söyleyecek sözü var ve hepsini sanki bir kitaba sığdırmak istemiş. Heybesine kelimelerini, yürek sıkıntılarını  doldurup bir yol hikayesi yazmış.

Yakın arkadaşlarının cenazesinde bir araya gelen ve  hepsinin yerleşik düzenle bir sorunu olan dostların, cenaze sonrası otostopla yola çıkmasıyla başlıyor roman. Nereye gideceklerini bilmeden yola çıkar bu dostlar, bir süre sonra yolları ayrılır ve her biri kendi yoluna devam eder.

Yazarın anlattığı yeni bir şey yok elbette hatta kimine göre klişe bile gelebilir, bu yerleşik düzenle uyumsuz karakterler. Oğuz Atay’dan sonra hiçbir tutunamayan karakteri ilgimizi çekmemeli belki kim bilir?

Beni çeken kısmı tam olarak nedir bilemiyorum. Dilini sevdim romanın. Kendiyle ilgili ikilemleri iyi yansıttığını düşünüyorum. Belki ben de kendimi çoğu zaman ikilemde hissettiğim içindir diyeceğim ama öyle değil işte. Daha evvel buna benzer kitaplar okumuş ve içinde kendime yer bulamamıştım.

Ağır bir melankoli havası hakim gibi görünebilir ama yaşama tutunma çabası da var.

“ “Zaten”, dedim,” yoksullardır bu dünyanın zencileri. Akıl hastaneleri, kışlalar, hapishaneler yoksullarla dolu. Hatta mezarlara bile önce yoksullar girer. Bu yüzden dünya hoşuna gitmiyor diye ona sırtını dönme. Onu al ve yerine daha iyisini koy. Ölmek mi istiyorsun? Bir kız çocuğu olarak doğ; 12 yaşında tecavüzcünle evlendirsinler seni, 13’ünde anne ol ve 14’ünde namusunun temizlenmesi için ailen tarafından vurul. Ölmek mi istiyorsun? Bir erkek çocuğu olarak doğ; 14 yaşında ekmek almaya giderken polis başından vursun seni, 15’ine dek komada kal ve 16 kiloya düştüğünde öl. Ölmek mi istiyorsun? Bir baba ol; oğlun karda hastaneye yetiştirilemediği için ölsün ve cenazesini çuvalla sırtında taşımak zorunda kal. Ölmek mi istiyorsun? Bir anne ol; kızın koyunlarını otlatırken başından havan mermisiyle vurulsun ve onu gömebilmek için parçalarını etekliğinde taşı. Ölmek mi istiyorsun? Ailene eşcinsel olduğunu itiraf et. Ölmek mi istiyorsun? Kerhanede çalışmaya başla ve beşinci dublesinden sonra seninle yatmaya gelen bir pisliğe bacaklarını aç. Ölmek mi istiyorsun? Git ve sana en yakın hastanenin acil servisinde bir saat otur. Ölmek mi istiyorsun? Çocuk işçi ol ve daha bir kızın elini bile tutamadan başını baskı makinesine kaptır ve öl. Ölmek mi istiyorsun? Yetişkin bir kadın ol ve bir gece vakti evine dönmeye çalış.  Ölmek mi istiyorsun? Ortadoğu’ya git, mülteci kamplarını gör, mayınları topla ve sınırları geç. Ölmek mi istiyorsun? Afrika’ya git ve bir bardak temiz su içebilmek için elli derece sıcaklıkta kilometrelerce yürü. Hala ölmek mi istiyorsun? Kalan son paranla Çin’e bir uçak bileti al ve orada madenlerde çalışan yedi milyon işçiyle yerin üç yüz metre altında kömür kaz, ama sikik bir apartman dairesinde asma kendini!”

“İnsanların yaşamlarına karıştığınız gibi ölümlerine de karışıyorsunuz. Sorsalar hepiniz özgürlükçüsünüz, hepiniz eşit ve adil bir dünya istiyorsunuz, ama geçmişin ya da geleceğin olmadığı bu dünyadan çekip gitmek isteyen birine tahammül bile edemiyorsunuz”

Bu metinlerde olduğu gibi ikilemleri, melankoliyi ve yaşama tutunmayı bir arada hissettim ben. Şimdi altını çizdiğim yerleri tekrar okuyunca fark ediyorum ki romanın samimiyetini sevmişim ben.  Samimiyet, göreceli bir durum sanırım. İlişkilerimde de samimiyet, önceliklerimdendir. Bazı romanlar, çok güzel şeyler yazar fakat ruhuma dokunmazlar, bu, o romanları kötü yapmayacağı gibi bu romanı da iyi yapmaz elbette.  “Bir romanı iyi yapan nedir?”in cevabını bilemiyorum. Suç ve Ceza’yı bir çırpıda okuyup Karamazov Kardeşler’de tıkanmıştım misal. Şimdi Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı okumayı 1500. kez deneyeceğim. Buraya yazıyorum ki görev bilinciyle bitireyim. Hani sorarlarsa bu da gol değil demeyeyim.

Kitaptan birkaç alıntı bırakarak kaçayım ben.

“Özgür olmanın tek yolu, vicdanın rahat olmasıymış. Ancak vicdanı rahat bir insan özgür olabilirmiş. Dört duvar arasında hapsedilmiş bile olsa…”

“Hapishanelerdeki herkesin suçlu, dışarıdaki herkesin ise masum olduğunu düşünüyorsunuz. Çünkü bu sizi rahatlatıyor, kendimizi güvende hissettiriyor. Ve sizi iyi biri gibi gösteriyor. “

Dört duvar arasındaki özgürlere selam olsun. Sanırım kitabın politik duruşunu da sevdim.

“Sırf vicdan azabı çekiyorum diye bu beni iyi biri mi yapar yani?”

“İnsan bir noktadan sonra başına gelenleri alaya almalı biraz. Mizaha sığınmak zorundayız. Kimseyi aşağılamadan, çekilen acılara da saygı duyarak, daha fazla dibe batmamak için olup bitenlerden gülüp geçebileceğimiz, en azından tebessüm edebileceğimiz hatıralar çıkarmalıyız. Eğer ortada gülünecek hiçbir şey yoksa bile onu yaratmak zorundayız. Aksi halde hayatla baş etmek imkansız.”

Mizah, çokça sığındığım bir alandır, fakat biraz muhafazakâr yanım vardı mizahta. Son dönemlerde mizaha bakışım da değişti. Her şeyin mizahının yapılabileceğini düşünüyorum bir süredir.

“ “Bence içgüdüleriyle yaşayan hayvanlar değil, insanlar” dedi. Yoksa savaş çıkartmak için kim beyne ihtiyaç duyar ki?”

 “Aile, dünyada en çok katil ve terörist yetiştiren kurumdur.”

KUTSAL! Aile güzellemelerini sevmeyen biri olarak beğendim tabi.  

“Çünkü edebiyat derslerinde mesela, tahtada şairlerin doğum ve ölüm yılları arasına kısacık bir çizgi çekerlerdi, ancak bize onların hangi dertler yüzünden öldüklerini anlatmazlardı. Ya da coğrafya derslerinde dünyanın enlemini boylamını öğretir, ancak kıtalar arasında yapılacak bir yolculuğun o muazzam duygusundan bahsetmezlerdi. Ve tarih derslerinde herkesin kendi ırkı en iyisi, en güzeliydi. Herkes kendi imparatorluk masallarını anlatırdı, ancak kimse savaşların yıkıcılığından söz etmezdi.”

“Çünkü savaşı kazanmanın tek yolu, onu reddetmekti.”

Daha yeni bir mitingden gelmişken, slogan atarak bitireyim yazımı ve olaysız dağılalım…

Savaşa hayır!

 Kahrolsun bağzı şeyler!

Reklam

Aytuğ Akdoğan- Sürgün’ için 2 yanıt

  1. Harika yazmışsınız. Kaleminize sağlık. Ancak benim gibi gün be gün gözleri bozulan bir ihtiyar adayı için, sitenin fon rengi ile yazı rengi arasında bir kontrast düzenlemesi yapsanız çok sevinirim.

    Liked by 1 kişi

  2. Çok teşekkür ederim efenim. Bloğumun nadide okuyucularından birisiniz. Sizin için bir güzellik düşünürüm tabi ki yo ihtiyar adayı olduğunuz için değil ))

    Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s