Happy Holi Hindistan…

Vakit yaklaşıyor, elimde tuzluk, hıyarım var diyene koştuğumdan mütevellit Hindistan’a gideceğim. Şaka bir yana Hindistan bende her zaman merak uyandıran bir ülke olmuştur. Çokça Hint filmi seyrettim ondan mıdır bilmem rengarenk kıyafetler, her cümlenin peşine dans etmeler falan sempatik gelmiştir bana. Tabi Hindistan gezimi bunlarla açıklayacak değilim demek isterdim ama bunlar işte,  garip bir şekilde ilgimi çekiyor, hissel bir şey bu. Çok dinli, çok dilli olmasının da yeri var bu duygumda. “Heyecanlıyım” diyorum bizimkilere. “Hindistan’a gitmek farklı, misal Almanya’ya gitmekle aynı değil, doğu beni çekiyor, Asya beni çekiyor” diyorum. Ne Selçuk’un ne Teoman’ın ilgisine çeken bir ülke değil Hindistan. Teo soruyor “Asya öyle mi, Çin mesela” “cıks pek ilgimi çekmiyor” diyorum. Sırayla Japonya ve Güney Kore diyor. “hıııımm yok be çocuum” diyorum. Endonezya diyorlar evet diyorum evet. Neden bilmiyorum ama evet. Sonra Nepal misal. Selçuk “annen gelişmiş ülke sevmiyor oğlum, az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülke seviyor anlaşılan” diyor. Avrupa’da da ne bileyim diyorum İspanya ve  Portekiz ilgimi çekiyor, diyorum. “Amerika anne” diyor Teo. “Ya elbet imkanım olsa Amerika’yı görmek isterim ama seçim yapacak olsam Güney Amerika daha cazip, Brezilya sokakları, ne bileyim Şili, Peru mesela”. Teo ve Selçuk muhabbet sonunda benim fakir ülke sevdiğim konusunda fikir birliğine varıyorlar. Olaya hiç böyle bakmamıştım. Bizimkilerin çıkarımı yüzümü gülümsetiyor…

Bu arada beraber gideceğimiz arkadaşlardan sadece birini tanıyoruz Hülya’yla. O da sosyal medyada ortak olduğumuz bir müzik paylaşım grubu vesilesiyle, birbirimizin yüzünü görmedik daha. Hülya’yla sosyal medyadan ortak arkadaşımız, Hindistan gezisinden bahsediyor ve bizim macera başlıyor.  Geziyi ilk duyduğumda çok heyecanlanıyorum, ama yok ya Hindistan ve ben, ancak hayal olabilir benim için diyorum. Hülya’nın ise daha önce hiç aklında hayalinde olmayan bir ülkeymiş Hindistan. Olmayacağını düşünerek Selçuk’a bahsediyorum, başka hiçbir şey düşünmeden gitmek isteyip istemediğini sor kendine ve istiyorsan git diyor. İstiyorum evet, duygumun net olduğunu sanıyorum bu konuda  ama maddi manevi nasıl olur’a takılıyorum.  Birlikte gideceğimiz arkadaşları reelde tanımıyor olmamız düşündürtmüyor beni ama Selçuk bu konuda tedirgin sanırım. Yolculuğun yaklaştığı son günlerde iyi ki Hülya var diyor. ”Aşkım böbreklerimizi almayacaklar emin ol” diyorum. Laaan almazlar di mi, şaka bir yana olumsuz hiçbir düşünce aklıma gelmiyor bu konuda…

Birkaç gün içinde biletlerimizi alıyoruz ve iş gerçeğe dönüşüyor. Sadece hayallerimde olabileceğini düşündüğüm, filmlerini merakla defalarca izlediğim bir ülkeye Hindistan’a gidiyorum, rüya gibi geliyor. Biletleri aldığımız tarih Aralık, yolculuğumuz Mart’ta olacak. Bu süre içinde Hindistan’la ilgili gezi yazıları okuyorum, you tube videoları seyrediyorum. Bir yandan heyecanlanıyor bir yandan endişeleniyorum. Okuduğum tüm yazılarda seyrettiğim tüm videolarda kaostan bahsediyor çünkü. Bir de hijyen konusundan. Hijyen konusunda kendimi motive etmeye çalışıyorum. Kızım insanlar akın akın Hindistan’a gidiyor vardır bunda bir keramet diyorum. Sürpriz olmayacak senin için diyorum, kabul et ve akışına bırak. Tüm bu motivasyonla gittiğim gezide, itiraf edeyim hijyen konusu yer yer zorladı beni. Yine de iyi kotardığımı düşünüyorum. Normal zamanda şehirlerarası yolda rastlasam yo burada yemek yiyemeyiz dediğim yerlerde bir güzel yemek yiyorum kendime şaşarak. Çünkü alternatif yok çünkü burası Hindistan dostum. Kimse pislikten ölmüyor diyorum kendime. Genelleme yapmayı sevmem ama bunu söylemem lazım, hijyen anlayışları bizim gibi değil Hindistan’lıların . En azından benim gezip gördüğüm altı şehir için bunu söyleyebilirim. Hele ki Jodhpur şehrine indiğimiz o an’ı unutamıyorum. Minibüsümüz otelin önüne kadar giremediği için otele yakın bir yerde keşmekeşin ortasına iniyoruz mecburen ve meşhur tuktuklara(rikşa) binmeyi bekliyoruz. Yeri gelmişken söyleyeyim, Hindistan’da taksi niyetine (evet evet taksimetreleri bile var) mini bahçe traktörüne benzeyen (yerel isimle pat pat) araçlar kullanılıyor. Hindistan’da en sevdiğim şeylerden biri de bu tuktuklarla gezmek oluyor. Neyse efenim tuktuk beklerken (çünkü altı kişiyiz çünkü bavullar var öyle hemen atlayıp binemiyoruz) feleğim şaşıyor. Sokakta insan ve araç trafiğinin ortasındayız karşıda arkası dönük bir şekilde beton kabine işeyen bir adam, tüm sokak çöp yığını, bir tarafta sokak tablacıları, nefes alamıyorum, neredeyse kusacak gibiyim. Diğer arkadaşlardan kimi tezgahtaki sebzelere bakıyor ne güzel diye, kimi sokak lezzetlerine kimi de insanlara bakarak seyre dalarken ben kafamı yukarı verip kolonya kokluyorum sürekli. Çevremdeki hiçbir şey bana normal gelmezken diğerleri neden bu kadar rahatlar, bu kokuyu duymuyorlar mı diyorum. Hayır sakin bir köşe falan da yok, kapana sıkışmış gibiyim. Sonunda tuktuka biniyoruz ben de biraz alışmış oluyorum havadaki kesif kokuya. Yol kenarında, elini uzatsan tuktuka değecek mesafede amcalar kağıt oynuyorlar, ses desen kafan kaldırmaz öyle diyeyim. Hayat garip akıyor burada. Neyse ki otelimiz güzel…

 Jodhpur demişken buradan devam edeyim. Aslında üçüncü şehrimiz burası, önce Delhi, sonra Jaisalmer sonrasında ise  Jodhpur şehrindeyiz. Akşam, şehirde turlamaya çıkıyoruz. Hindistan’da ilk kez sokaklara karışıyoruz. Öncesinde kendimi Hindistan’da hissedemiyorum. Çünkü Delhi’de her yere minibüsle gidiyoruz. Jaisalmer’de kale gezisi ve çöl turu dışında böyle bir ortamla karşılaşmıyoruz. Çöl turu da ayrı güzeldi. Deveye binebilecek miyim diye endişeleniyordum ki endişemde haklı çıktım. Deveye bindim ve deve ayağa kalkmadan hayır laan yapamayacağım diyerek indim. Korkuyorum işte sebebi ne bilmiyorum. Hülyacım sağolsun, “hayır Ayşe bineceksin” diye bir kükreyince kendimi teslim etme ihtiyacı hissettim ve deveye tekrar bindim. Deve ayağa kalkarken arşa çıkıyormuşum gibi oldu, Ayşe en fazla yere düşersin deyip gözü kararttım. Bendeki göz karartması da aksiyon açısından o şekil işte, deveye binmek. Deve ayağa kalkınca tedirginliğim geçmedi ama kendimi iyi hissettim. Arkadaş kum zeminde gideceğiz diye düşünürken taşlık yerlerden gidiyoruz. Kendimi rodeo yapar gibi hissediyorum. Evet daha önce rodeo yapmadım nolmuş öyle hissedemez miyim? Doktora gidince “doktorcum dayak yemiş gibi etlerim ağrıyor” dediğimde de daha öncesinde dayak yemişliğim olmuyor ama kendimi ifade edebiliyorum bence yani. Neyse deve sırtında çölde devam ediyoruz. Bir ara ellerimi bırakıyorum ve hülya bak diyorum. Abartma istersen diyor, o eller inecek diyor. Yol da bayağı uzunmuş arkadaş. Bir süre sonra bacaklarımı hissetmemeye başlıyorum. İç bacak iptal. Zormuş be. Altı kişi, altı deveyle, görüntü çok güzel. Tura jiple başlamıştık. Jip şoförü deveye bineceğimiz yere gelince hepimizin geleneksel şekilde kafasını bağlıyor. Çok güzel olduk görmeliydiniz. O sırada kervanı çekecek olan gençlerden biriyle Amir Khan’ın Fanaa filminin müziklerinden birazcık mırıldanıyoruz, hoşuna gidiyor gencin…

 Biniyoruz develere, Hülya arkamdaki devede. Arkadaşım gayet profesyonel görünüyor gözüme, sanki dört nala deveyi koşturacak gibi ama bakmayın, o da yiğitliğe bk sürdürmüyor bence. Ben nerede başlayacak gerçek çöl derken geliyoruz kumullara. Gün batımını seyredeceğiz. Bu arada bize atıştırmalık yemek hazırlayacaklar biz çölde gezinirken. Çöl çok güzel, kendimi zamansızlıkta hissediyorum. Herkes bir tarafa dağılıyor ve fotoğraf çekip kendi dünyasına çekiliyor. Çöl turunda bizimle beraber bir Alman çift var bir de Bhutan ve Hindistanlı çift. Gencecikler ve çok güzeller. Laan çok güzel be çölde piknik yapacağız. Yağda kızartılan bir yemek hazırlıyorlar, ismi pakora. Yanında sihirli cips dedikleri, görüntüsü aynı makarna olan fakat yağa atınca cips görüntüsü alan bir şey. Ben yemek ne zaman olacak ne zaman döneceğiz diye düşünürken, bakıyorum kimsenin acelesi yok. Sonradan öğreneceğim üzere Hindistan’da acele etmek, acelesi olmak gibi kavramlar yok. Hayır sıkıldığımdan değil de önümü görmek istiyorum, demek ki o kadar da zamansız hissetmemişim kendimi. Yok yok gün batmadan önceydi o hislerim. Zaten diğer iki çift geceyi çölde geçireceklermiş, dönecek olan sadece bizdik. Çölde bir tentenin altından çıkarılan yorganları anlatmayayım, yemek yerken altımızdaydı, muhtemelen gece de, kalanlar onlara sarılacak. Ama çöl burası her şeyi kaldırır. Çölde, yıldızları seyrederek uyumak da ayrı bir güzel olmalı. Otele Hülya ve ben dönüyoruz. Çölden gece geçmek de ayrı güzelmiş…

Araya çöl turunu kattım, halbuki Jodhpur’daydık değil mi? Bir oradan bir buradan idare edin, gezgin bloğu değil malum benim yazılar. Ortaya karışık. Jodhpur’da akşam turumuzda ilk kez  sokaklara karışıyoruz demiştim. Sokaklar çok kalabalık çok hareketli. Yerlerde incik boncuk sari vs satılıyor. İnsanlar yerlerde, dilenciler, çocuklar, sakatlar peşimizden dolanıp para istiyorlar.… Sakın para vermeyin peşinizi bırakmazlar diye okuyorum tüm yazılarda ve daha önce giden arkadaşlar da aynısını söylüyorlar. Hem o kadar içinde olup hem kimseye temas etmemeye çalışmak, yokluğu hissetmek ruhumu parçalıyor sanki. Aynı göğün altında bu kadar farklı yaşamlar, bu işte bir yanlışlık olmalı duygusu uyandırıyor bende. Onların da öbür dünyada rahat edeceğini düşündüklerini söylüyor arkadaş ama ben ilahi adalet kavramına değil beşeri adalet kavramına saplanmışım o anda. Ruh gibi dolanıyorum çarşıda, sanki müze geziyorum. İnsan müzesi.  Delice. Daha sonra başka yerlerde de benzer manzaralar görüyorum ama Jodhpur’daki kadar yıkıcı değil hiçbiri. Sonra yemek yiyecek bir yer ararken ben lanet olsun böyle düzenin ve ikiyüzlülüğümüzün diyorum içimden. Tek kalabilsem hönküreceğim. Çok güzel bir çatı katı buluyoruz ve rahat koltuklarımızda menülerimizden ne yiyeceğimize karar veriyoruz. İçim ikiye bölünmüş durumda. Niye bu kadar etkilendin diyorlar siz neden etkilenmediniz diyesim geliyor ama sadece “dünyada bir insan açsa bunda benim de payım var” düşüncesindeyim diyebiliyorum. Aslında bu herkes için geçerli. Sen nasıl sorumlu olabilirsin ki diyenlere cevap veremiyorum. Herkesin dünyayı algılama biçimi farklı. Benim boynum çok çabuk bükülür. Neyse bu daha uzar, umarım hislerimi anlatabilmişimdir. Zaten çarşı içinde içi ezilen ben,, rahat koltuğumda önüme gelen yemekleri bir güzel yedim yani sonsuz ikiyüzlülüğüm içinde, rahat olun. Dediğim gibi bir çok yerde evsiz var, sokakta uyuyan insanlar var. Alışıyorum bu manzaraya sonradan. Jodhpur’da para isteyen ya da  bir şeyler satmak isteyen çok insan vardı ve çok ısrarcıydılar. Resmen kaçtım onlardan belki de buydu beni daha çok etkileyen…

Hayvanlarla hiç bu kadar iç içe olmamıştım daha önce. İnekler malum, çok duyuyoruz da köpekler, sincaplar, keçiler, domuzlar, maymunlar da bir o kadar fazla. Hayvanların çoğu cılız ve bakımsızlar. Yavrusunun bitlerini ayıklayan maymun gördüm. Çöp karıştıran inek gördüm çoğu yerde. Poşet geveliyorlar ki muhtemelen yağ vs bir yiyecek artığı ya da kokusu yüzünden. Özellikle inekler ve köpekler her yerdeler. Sokak köpeklerinden eskisi gibi çekinmeyeceğimi umuyorum bu yüzden. Kedi çok azdı,  sadece iki kez kedi görebildim biri oldukça yaşlı görünüyordu. Pushkar’da kaldığımız otelde bir adam sabahları ötelin önüne çıkıp inekleri elleriyle besliyordu. Değişik bir şekilde sesleniyor ineklere onlar da geliyorlar köpek gibi. Genel olarak fotoğraf çekmelik çok manzarayla karşılaştım ama çoğu, insanların özeli gibi olduğundan çekmedim…

Genel olarak uyumlu bir ekiptik. On gün içinde altı şehir gezdik yedi değişik otelde kaldık. Ülke içinde aktarma dahil dört kere uçağa bindik. Diğer ulaşım aracımız kiraladığımız minibüs oldu. Minibüs yolculuklarımız da güzeldi. Memleketten getirdiğimiz zeytin, peynir ve galetaların hakkını verip öğün aralarında onları bitirdik. Hele ki birinde minibüsümüzde bavulların üstüne koyup hep beraber yedik ki en keyifli anlardan biriydi benim için. Malum ben aç kalmaktan korkuyorum, çok şükür hiç aç kalmadım. Hangi şehirden hangisine gidiyorduk hatırlamıyorum bir dinlenme tesisinde durup yemek yiyoruz. Minibüse binince Hülya, leblebi uzatıyor, arkadaşlar alın bastırmalık diye. Önce bir şaşkınlık sonra kahkaha, neyi bastıracağız kuzum. Benim bildiğim bastırmalık, yemeğe daha zaman varsa açlığı bastırmak içindir. Neyi bastırıyoz şimdi, yediğimiz büryaniyi mi? Bütün kavramlar alt üst oluyor bende, kahkahalar eşliğinde…

Yemekler de oldukça güzeldi Hindistan’da. Favorim vejetaryen büryani oldu. İçinde ne var sormayın bilmiyorum ama güzeldi. Bir de chana masala (chickpea)  isminde baharatlı nohut yemeği vardı oldukça lezzetliydi. Eminim daha bir sürü lezzeti vardır. Yediğim yemek yanında mekan da benim için önemli olduğundan bazı yerlerde yerken zorlandım acıkası. Koşturmacalı bir gezi de olmadı. Her şehirde bir ya da birkaç nokta belirlenmişti ve ona göre geziyorduk. Bilen birileriyle gezmenin konforunu yaşadık ayrıca. Daha evvel giden arkadaşlardan bilgilendirici bir sürü bilgi alıyorduk gezi esnasında. Gerçi kafam her defasında karışıyordu tanrılar konusunda. Bu konuya bir süre çalışmam gerekecek. Tanrıların bir soyacağını görmem lazım önce. Sağolsun arkadaş Hindu dinindeki mitolojiye çok hakim ve tapınaklarda hep bilgi verdi bize. Aklında ne kaldı diye sormayın Vişnu, Şiva, Brahma ana tanrılarının yanında Şiva’yla Parvati’nin oğlu Ganeşa kaldı. Her biri evrende bir konuda görevli bu tanrıların. Uzmanlaşma var bir nevi. Bir de her tanrının aracı olarak kullandığı bir hayvan var. Hindu dinindeki her olguyu, İslamiyetteki ortalama karşılığı nedir diyerek ancak kafamda oturtabiliyordum. Her yer tapınak. Hindu dini baskın din olmuş Hindistan’da. Genel gözlemim insanlar, çok inançlı. Bu rada meditasyonumuzu da yapıp aydınlanmamızı aldık çok şükür. Hindu kültürüne ve dinine hakim arkadaşımız meditasyon yaptırdı bize. Gerçi ben bedensel olarak bir şey hissedemedim ve tekrar yapacak mıyız bir daha diye çok sordum ama denk düşmedi bir daha. O da ayrı bir deneyim oldu benim için…

Varanasi şehrinde aarti törenine katılıp Hindu hacısı da olduk hamdolsun. Varanasi’yle ilgili okuma yapmıştım gitmeden önce. Özellikle kremasyon’la ilgili. Varanasi, Hindular için kutsal bir şehir, Ganj nehri kıyısında,  bir nevi hac yeri gibi diyebiliriz. Oraya gitmek aarti törenine katılmak, orada yakılmak onlar için çok önemli. Orada yakılınca reenkarne olmayıp ruhun sonsuz özgürlüğe kavuşacağına inanıyorlar. Okumalarımda şehrin dev bir morg gibi olduğu benzetmesi vardı ama ben öyle bir kasvet hissetmedim. Oldukça hareketli ve renkli bir şehir. Hinduların, cenazeleri  ve dinsel ritüelleri de renkli. Gün içinde ganj nehri üzerinde bir salda gezinti yaptık. Öyle yazıldığı gibi kokan bir nehir değil. Ben hiç koku almadım.  Sonra kremasyon yapılan yerlere geldik. Yani ölülerin yakılması. Öyle dibinde değildik ama her şey görüş açımızdaydı. Fotoğraf çekmek pek iyi karşılanmıyor öyle olmasa da çekmek istemezdim. Mahrem kalsın bazı şeyler de. Bir süre seyrettik. Gitmeden önce ne hissederim acaba diye merak ettiğim bir durumdu bu. Öyle çok yoğun olarak şunu hissettim bunu hissettim diyemeyeceğim. Sadece bir süre acayip midem bulandı, içim kalktı. Ölüme farklı bir gözle bakar mıyım acaba diye düşünüyordum gitmeden önce. Ölümle ilgili düşüncelerimde hala bir değişiklik olmadı. Hala ölümden korkuyorum ve eğer ki reenkarne olma durumu varsa ben bir daha dünyaya gelmeyi isterim şahsen ne diyeyim. Bir de gömülmek bana biraz ürkütücü gelmiştir hep. Kremasyon gördükten sonra gömülmek istiyorum arkadaş, karıncalar yesin beni, toprakla birleşeyim diye düşünüyorum şimdi.

Varanasi’de akşam olunca, aarti törenine katılıyoruz. Bir tür dini ritüel bu, Hindular için. Oldukça kalabalık ve yine her zaman olduğu gibi rengârenk. Tören,  Ganj nehri kıyısında yapılıyor. Tütsüler, ilahiler ve renkler arasında kalabalığın coşkusuna kapılıyorum. Sanki bir şenlik havası hissediyorum. Bu tören her akşam yapılıyormuş hava durumuna bakılmaksızın. İnsanlar da o kadar ilgililer o kadar inançlılar ki. Yürekten gelerek yapıldığını tüm kalbimle hissediyorum, başka türlüsü mümkün değil bence. İnsanlar arasında gözlemlediğim boşvermişlik havası vardı ki doğru bir gözlem miydi bilemiyorum tabi.  Bunda Hindu dininin etkisi var mı acaba  diye düşünmeden edemedim zaman zaman.  Başka türlü bir yaşam da var diye hiç sormuyorlar mıydı kendilerine. Hele ki iletişim çağında herkesin elinde akıllı telefonlar varken. Bu işte bir yanlışlık var duygusu oluyor muydu gençlerde mesela. Gelir adaletsizliğiyle ilgili, yaşam tarzlarıyla ilgili…Bir hindu ailesiyle, üniversitede okuyan bir hindu genciyle, ne bileyim işte orada yaşayan biriyle konuşmak neler düşündüğünü bilmek isterdim. Kibir olarak algılamayın ne olur bunları. Her ne kadar izole bir ortamda gezimizi yapmasak da halkla çok da iç içe olduğumuz söylenemez. Duygusal anlamda söylüyorum tabi, fiziksel olarak hep iç içeydik. Esnaf o kadar ısrarcı ki bir süre sokakta yanında yürüyor, seni dükkanına götürebilmek için. Hiç cevap vermeyin yoksa peşinizi bırakmaz uyarısı alıyoruz ama bir süre sonra kendimi “go please” derken buluyorum. Bu arada arkadaş İngilizce şart yahu, ahanda bininci kere teyit ediyorum. Ömrüm İngilizce’nin şart olduğunu  teyit etmekle geçip gidecek ona yanıyorum. Deveden inerken de deveyi çeken çocuğa beni tutmasını istediğimi “touch me” diye ifade ediyorum can havliyle… Neyse aslında daha çok mağaza seyrine dalabilecekken ya bırakmazlarsa diye bir çok şeyin fiyatını soramıyorum. Hele jaipur şehrinde caddede yürürken göz ucuyla baktığım bir ürün için anında içeri davet ediliyorum, görmemezlikten gelsem de fayda yok, ikna etmek isteyen esnafla bir süre  beraber yürüyoruz ay çok komik düşününce, gülme kızım diyorum gülersen bırakmaz. Bir çok mağazaya after, later falan dediydim, adamlar neye baktığımı bile unutmamışlar arkadaş dönüşte yakalıyorlar beni. Ben unutuyorum neye baktığımı adam unutmuyor  you said later diyor sen diyor, sonra dediydin bana diyor, hadi bak diyor. La havle gülesim geliyor ama ama arkadaşım gidiyor gitmem lazım diyorum, arkadaşın arkasından gidiyor adı ne çağırayım onu diyor.

Hindistan’a gitmeden nelerle karşılaşacağımı tahmin ediyordum ama bilmekle yaşamak aynı şey değilmiş bir kez daha anladım. Okuduğum yazılarda herkes, Hindistan’daki insanların rehavetinden yavaşlığından bahsetmiş, teyit ediyorum arkadaşlar, on gün boyunca acelesi olan hiçbir Hintli’ye rastlamadım. Kimsenin acelesi yok. Ay bana ters bu işler ben canı tez bir insanım. Zaman kavramı göreceli, misal biri size “bir saate ordayım” diyorsa, o, bir saat değildir. Kaç saattir bilmiyorum, bildiğim bir saat olmadığı…

Bir de kafalarına göre takılma durumu var sanırım. Misal, bir yere oturmuş kahve istiyorsunuz, sipariş alıyormuş gibi yapıp fake atıyorlar ve kafalarına göre getiriyorlar kahveyi. Tavsiyem, black cafe deyin direkt. Gerçi onu da denedim ama şekerini atıp, karıştırıp getirdilerdi bir yerde. Akışına bırakın en iyisi, evet evet, Hindistan’da her şeyi akışına bırakmak en iyisi, yoksa yıpranırsınız. Birinde çarşıdan otele dönmek için tuktuk’a biniyoruz arkadaşla. Otelin ismini de hem söylüyoruz, hem gösteriyoruz cep telefonundan, hem de otel kartını veriyoruz. Biliyorum diyor ve gidiyoruz. Sonra ne oluyor, başka bir otelin önüne getiriyor ve burası diyor. Laan otel isminde benzerlik olsa anlayacağım da misal bizim otelin ismi Guguk Kuşu olsun, adamın götürdüğü otel Braveheart City, yani hiç ses benzerliği bile yok. Hafız burası değil ki bizim otel, gösteriyoruz ismi tekrar, tamam deyip devam ediyor. Bir otele daha götürüyor, burası da değil, dostum kutuma gitmek istiyorum . Dört kilometrelik yolu en az yarım saatte alıyoruz, yolda iki kere de birilerine soruyor adam. Velhasıl hangi ruh haliyle böyle yapıyor bilmiyorum. Allahtan pazarlığı önce yapıyoruz. Para sabit, fazladan vermiyoruz.

Dedim ya, biraz daha içlerine karışıp, bunları sormak ruh hallerini anlamak isterdim. Yolculuk boyunca bu his yakamı bırakmadı. Hep sormak istedim, neden, nasıl diye…Yeni Delhi meydanındaki son günümüzde de, market arıyoruz. Baharat alışverişini son güne bırakmışız. Herkesin alacağı bir şeyler var. Meydan, yuvarlak bir göbeğin etrafında açılıyor. Birkaç kez soruyoruz ama dolap beygiri gibi aynı yere varıyoruz her defasında. Ulan bir bit yeniği olmasın, kafasına göre mi tarif ediyorlar, adam mı kekliyorlar, yoksa biz mi tarifi yanlış anlıyoruz bilemiyorum. Belli olmaz bu Hint hemşerilere…

Yeni Delhi meydanında gezerken Hindistanın modern yüzüyle karşılaşıyoruz son gün. Kıyafetler kot tişört çoğunlukla. Geleneksel kıyafet olan sariler, punjabiler neredeyse hiç yok gibi. Ama orda da bir alt caddeye geçtiğiniz zaman şehrin eski yüzüyle karşılaşmanız an meselesi…

Hindistan’ın direkt bir vuruculuğu, kendine çeken bir çarpıcılığı olmadı benim için. Hala sindirme ve kafama oturtma kıvamındayım. Zaten Hindistan bir anda değil zamanla sevdirirmiş kendini. Koskoca ülke,  karmakarışık. Bu karmaşıklığın içinde bir de holi festivaline katıldık tam oldu. Hintler’in baharı karşılama bayramıymış. Buraya gelmeden önce bilmiyordum. Pushkar kentinde girdik holi’ye. Bir gün öncesinden sokaklarda şenlik ateşleri yakılıyor. Bunun için tezekler ve otlar satılıyor her yerde. Maalesef bu ateşlerin yandığı zamana denk düşemedik, sonradan küllerini gördük hep. Aynı akşam müzikler çalıyor her yerde. Ertesi gün herkes rengarenk boyalar alıyor ve birbirini boyuyor.  Pushkarda hep hippiler vardı cıvıl cıvıl. Kimi happy holi diyerek nazikçe yanağınıza boya sürüyor, kimi hunharca fırlatıyor boyaları. Şehrin veletlerinde su balonları vardı minik, birini böğrüme yedim, fena acıtıyor, bir de boya çamura dönüyor haliyle. Boya fışkırtmak için tabancalar varmış, ekipten bir arkadaş tam teçhizat gitme niyetinde holiye, her türlü savaş zırhını kuşanacak belli. Dostum istersen sen önden öncü birlik olarak ilerle, gelenleri püskürt, biz arkadan yardıralım boyaları diyorum.  Tabi ki boya dışında bir şey almıyorum, zaten boya bombardımanının arasında ekip ikiye bölünüyor. Gün sonunda donumuza kadar boyanıyoruz. Oldukça renkli görüntüler çıkıyor ortaya. Facebookta fotoğraflarımızı gören bir arkadaş “bulunduğu yere üç günde bu kadar uyum sağlayan birini görmedim, bence siz oralısınız, dönmeyin buraya” yazıyor, çok gülüyorum. Sanki her sene holiye katılıyormuş gibi ortama uyum sağlıyoruz. Hindistan böyle dostum, uymak zorundasın ona, yoksa o seni kendine uydurur, bunu hiçbirimiz istemeyiz değil mi, neydi sloganımız, akışına bırak…

Pushkarda holi festivalindeki atraksiyonu seviyorum, 600 basamaklı tapınakta ilk kez yakından gördüğüm maymun sürülerini bir de. O kadar basamak çıkıyorsun, sonunda görkemli bir şey olmalı değil mi? Yok, sıradan bir tapınak. Hindistanda gördüğüm tapınakların hemen hemen hepsi görsel olarak öyleydi, dışından ziyade içi süslü, sarı çiçekler olmazsa olmazı tapınakların. Zaten yoldu güzel olan, tapınak yolu…

Jaisalmer’de, kaldığımız geleneksel oteli, çatısını, kale manzarasını seviyorum, deveye binmeyi, çölden karanlıkta çiple dönmeyi, çölde ceylanları görmeyi, çöldeki her şeyi…

Jodhpur, Hindistan’da olduğumu ilk kez hissettiğim, içimin ezildiği yer, sokakta boncuk aldığım kızın, yanımdaki arkadaş pazarlıkla daha ucuza alınca, para üstünü verdiği yer…

Jaiphur, 190 liradan açtığı elbise fiyatını 50 liraya düşürdüğü halde almadığım esnafın son görüntüsünün aklımda kaldığı, sonradan o elbiseyi almalıydım dediğim yer, Amber kalesini, kaleye fil kervanıyla çıkışımızı, çarşısında gezmeyi, otelin çatısında sohbet etmeyi sevdiğim yer…

(Elbiseyi denemiş ve üzerimde pot durduğu için sevinmiştim, çünkü o fiyatı vermek istemiyordum. Hindistan’da dükkanlarda yerde döşek gibi bir şey var, esnaf oraya oturuyor, müşteriler karşıda uzun bank biçimindeki yerlere oturuyorlar. Esnaf ambalajından çıkarıp modelleri gösteriyor size. Dükkandan çıkarken esnafın, ambalajı açık elbiseler içinde oturuşu hafızamda kaldı işte…)

Varanasi, aarti  törenindeki enerjiyi, rengarenkliği sevdiğim, Ganj’da salla gezmeyi sevdiğim yer, kremasyon seyredip, laan gömün beni dediğim yer…

Yeni Delhi, Hindistan’la ilk tanıştığım ama muhtemelen sokaklarına karışamadığım için kendimi Hindistan’da hissedemediğim yer, dönüşü gene aynı şehirden yaptığımız, Hindistan’ın görece modern, farklı yüzünü gördüğüm için sevdiğim yer, baharat alamadığım için mi bilmem Delhi sanki eksik kaldı dediğim yer…

Hindistan… rengarenk kıyafetler içindeki kadınların arkasından bakakaldığım ülke, tuktuklarla sokaklarında gezmeyi sevdiğim ülke. Of mizanseni bozup, Hindistan trafiğine ve korna mevzuna gelmek istiyorum. Atlamışım bu konuyu, zaten atlaya atlaya yazıyorum idare edin… Trafik, acayip, herkes birbirine korna çalıyor. Tam bir kaos. Eyvah birbirine girdi araçlar dediğiniz anda sıyrılıp, iki saniye sonrasında aynı durumu tekrar yaşıyorsunuz. Şoförleri her defasında takdir ediyorum içimden. Hayır sadece araç ve insan trafiği de yok ki hayvanlar da devrede imdaat tam bir arap saçı. Ve ilginç olan şu ki kimse sinirli değil. Nasıl olur diye sormak istiyorum yine bir çok şeyde olduğu gibi…

Yolda olmak, yolda Hülya’yla olmak güzeldi, yolda yeni yoldaşlarla tanışmak güzeldi, mistik hikayeler dinlemek, şu an hiçbirini hatırlamasam da malumatfuruş arkadaşımızın anlattığı ilginç bilgileri dinlemek güzeldi,  son ruh bükücü topraamdan şifa devşirmeye çalışmak güzeldi…

Ya ben şimdi Hindistan’a mı gittim geldim? Ne iyi etmişim…

 

 

 

 

 

 

 


Happy Holi Hindistan…’ için 2 yanıt

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s