Masumiyet Müzesi’ni Okudunuz mu?

Artık benden  Orhanpamuksever olarak bahsedebilirsiniz çünkü Masumiyet Müzesi romanını okudum. Nedenlerini tam açıklayamayacağım bir şekilde (adı üstünde ön yargı ) Orhan Pamuk’a karşı bir önyargı vardı bende. Yıllar önce Benim Adım Kırmızı Kitabını  okumuş ve yaratıcı bir zekanın ürünü olarak düşünmüştüm.  Sonra Yeni Hayat vakası olarak adlandırabileceğim şeyi yaşadım. Yeni Hayat kitabını, Orhanpamuksever bir arkadaşım ısrarla tavsiye etmiş ben de okumaya yeltenmiştim. Fekat okuyabilmem ne mümkün? Daha doğrusu okuyorum ama hiçbir şey anlamıyorum. Bu şöyle bir durum değil. Bazı kitapları okursunuz ve dili, üslubu ağır gelir size. Yeni Hayat’ı okurken yaşadığım şey ise hiçbir şey anlayamamak oldu. Okurken sinir bastı. Sanki Orhan Pamuk oturmuş düşünmüş ve öyle bir kitap yazayım ki hiç anlaşılmasın demiş gibi. Ne kadar anlaşılmaz olursa o kadar iyi gibisinden yazmış ve bende bir sinir harbi yaratmıştı. Kendimi salak gibi hissetmiştim okurken. Aynı duyguları bir de Vuslat O.Bener’de yaşamıştım. Neyse ki okuduğum yorumlarda benimle aynı duyguları yaşayan insanların varlığını duyunca bir rahatlama geldi ve tek salak sen değilmişsin kızım dedim. Yüce Türk Milleti’nin genel özelliğidir bu başka salaklar varsa salaklığımızdan gocunmayız.

Velhasıl efendim Orhan Pamuk benim için bitmiştir demiştim. Büyük konuşmayacaksın işte azizim. Gerçi sonrasında Kırmızı Saçlı Kadın kitabını okudum fazla  kin gütmeyeyim diye.

Masumiyet Müzesi nereden çıktı derseniz, bir  arkadaşın aldığı kitaplara göz atarken gördüm. Elimde de kitap yoktu ve başlayayım şuna bakayım dedim. Sanırım Masumiyet Müzesi Orhan Pamuk kitapları içinde farklı bir yere sahip. Orhanpamuksever arkadaşımın “ Orhan Pamuk’un bir tek Masumiyet Müzesi’ni okuyamadım” dediğini hatırlıyorum. Bir başka arkadaşımın “ Orhan Pamuk’un tek güzel kitabıdır Masumiyet Müzesi” bir başkasının “ Vıcık vıcık bir aşk hikayesi, bitiremedim ben” dediklerini düşünerek elime aldım kitabı. Elimde gören başka bir arkadaşım “kolay gelsin, ben bitiremedim” deyince, daha başlarındayım şimdilik iyi gidiyor dedim. Ben de meraklanmaya başlamıştım ne düşüneceğim diye. Kitabı ilk cümlesinden itibaren sevmeme rağmen hep temkinli gittim. Çünkü kitabı okumayı bırakan arkadaşlarımdan biri  son 100  sayasında “yeter artık” deyip bırakmış.

Çok keyifli bir okuma süreci geçirdim 500 sayfa boyunca ve bir kez daha emanet kitap okumayı sevmediğime karar verdim. Çünkü altını çizmek istediğim çok yer oldu.

“ Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum” cümlesiyle başlayan kitap “Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım” cümlesiyle bitiyor. Başlangıç ve bitiş cümleleri ayrı güzel, zekice kurgulanmış. Romanı  Füsun’a saplantılı bir şekilde aşık olan Kemal’in ağzından okuyoruz. Birinci tekil şahısla yazılmış. Orhan Pamuk’un dili ustaca kullandığı cümlelerinde bazen nüktedan bir hava seziyorsunuz. 1975 yıllarında başlayan hikaye, o yılların İstanbul sosyetesinde/cemiyetinde/burjuvasında  (hangi kelime tam olarak karşılar bilemiyorum ama Orhan Pamuk burjuva’yı kullanmış çoğunlukla)evlilik öncesi cinselliğin,   modernleşme iddiasında olan kesim tarafından nasıl karşılandığını sıkça dile getirmiş. Bu dile getirişler sırasında tırnak içinde cinsellik konusunda “sonuna kadar gitmek” ifadesini kullanması hınzırca geldi bana ve gülümsedim. Kadınların bekaretine artık önem verilmiyormuş gibi görünüp aslında öyle olmadığını, yurt dışında “sonuna kadar” giden kadınların Türkiye’de gitmediğini, evlilik öncesi beraber yaşamaya öcü gibi bakılmadığı (tabi evlenmezlerse kadın gene yüz üstü bırakılmış oluyor), cinsellik konusunda Avrupalı olma iddiasına rağmen “sonuna kadar” gitmeyen kadınların partnerleri tarafından iffetli konumunda görülebileceği gibi gibi gibi bir sürü detay var. Cinsellik konusunda ezberimize yerleşmiş bir çok klişeyi modern/batılı olma iddiasında olan insanların dünyasından okuyor, iç sesimizle dış sesimizin çatışmasını kitabın sonuna kadar hissediyorsunuz.

Tamamen cinsellik üzerine kurulu bir kitap değil Masumiyet Müzesi. Son derece psikolojik tahlillerin yer aldığı, aile içi ilişkileri de okuyorsunuz. Evet romanın baş karakteri Kemal, saplantılı bir şekilde Füsun’a aşık ve roman bu düzlem üzerine kurulmuş olsa da o yılların İstanbul panoramasını da çiziyor aynı zamanda.  Film endüstrisinin o yıllardaki işleyiş şekli, sansür uygulamaları, İstiklal Marşı’yla biten tv yayınları, burjuvanın tüketim alışkanlıkları derken tam bir nostalji rüzgarına kapılıyorsunuz satırların arasında.

Orhan Pamuk, romanı yazmadan çok daha önce müze fikrine sahipmiş. Aynı zamanda da bir aşk romanı yazmayı tasarlıyormuş. Nesneleri toplamasını ise şöyle açıklıyor ; “Bir vitrinde gördüğüm eski bir tuzluğu, bir sigara ağızlığını, eski bir taksiden çıkmış taksimetreyi ya da bir kolonya şişesini bu eşyalardan bir koleksiyon yapmak için değil, bu eşyaları okuduğunuz romanın bir parçası yapacağım için alırdım.” “Dünya, romanıma ve müzeme konacak eşya kaynıyordu. Ama heyecanım bir koleksiyoncunun, dizi yapan bir biriktiricinin heyecanı değil, bu eşyayı bir romanın ve bir müzenin parçası yapmayı tasarlayan, bu hayalle başı dönen bir romancı-sanatçının heyecanıydı.”

Nesneleri toplayarak bir romanın parçası yapma fikri bana da çok heyecan verici geldi açıkçası. Kendi hayatında yer alan nesneleri de romanın bir parçası yapmış Orhan Pamuk. Sonra bu nesnelerden müze açmak, yani romanı yaşayan bir kimliğe büründürmek, çok uçuk kaçık ve heyecan verici değil mi?

Orhan Pamuk, 2012 yılında Masumiyet Müzesi açılışında müzelere bakışıyla ilgili şunları yazmış;

“Düşüncelerimi bir sırayla ifade edeyim:

1. İmparator ya da kral saraylarının halka açılmasıyla şekillenen ve vazgeçilmez bir turistik ziyaretgâh ve milli bir simge halini alan Louvre, Hermitage gibi büyük milli müzeler, milletin hikâyesini (yani tarihi) bireyin hikâyesinden çok daha önemli kıldı. Oysa tek tek bireylerin hikâyesi, insanlığımızı bütün derinliği ile ortaya koymak için daha uygun.

2. Saraylardan milli müzelere geçiş ile, destanlardan romanlara geçiş arasında bir paralellik olduğunu görüyoruz. Evet, eski kralların kahramanlık hikâyeleri olan destanlar, onların yaşadığı saraylar gibidir. Ama milli müzeler romanlar gibi değiller.

3. Bir topluluğun, cemaatin, takımın, milletin, devletin, halkın, bir kuruluşun, şirketin, bir cinsin tarihini anlatmaya çalışan müzelerden bıktık, yorulduk. Tek tek bireylerin, sıradan hikâyelerinin bütün büyük toplulukların tarihinden daha zengin, daha insani ve çok daha mutluluk verici olacağını hepimiz biliyoruz.

4. Sorun Çin, Hint, Meksika, İran ya da Türk tarih ve kültürlerinin ne kadar zengin olduğunu anlatabilmek değil. (Elbette bu da yapılmalı, ama bu zor değil.) Zor olan, bu ülkelerde günümüzde yaşayan tek tek insanların hikâyesini aynı zenginlik, derinlik ve güç ile müzelerde anlatabilmek.

5. Bana göre müzeler, bir devleti, milleti, şirketi, belirli bir tarihi vs. iyi temsil edip edememeleriyle değil, tek tek bireylerin insanlığını ortaya çıkarıp çıkaramamalarıyla ölçülmeli.

6. Müzeler daha küçük, daha bireysel ve daha ucuz olmalı. Ancak böyle, tek tek insanların hikâyelerini ifade edebilirler. Büyük kapılı büyük müzelerde, insanlığımızı unutup devleti ve kalabalıkları hatırlamaya çağrılıyoruz. Bu yüzden Batı âlemi dışında milyonlarca insan müzelere gitmekten korkuyor.

7. Günümüz ve geleceğin müzelerinde sorun devleti temsil değil, insanı ortaya çıkarmaktır. Bu insanın yüzyıllardır acımasız baskılar altında olduğunu da unutmayalım.

8. Büyük anıtsal, sembolik müzelere giden para ve kaynaklar, tek tek insanların hikâyelerini anlatan küçük müzelere gitmeli. Bu kaynaklar, insanları kendi küçük evlerini ve hikâyelerini “müzeleştirmeye” teşvik edip onlara destek olmalı.

9. Eşyalar çevrelerinden, sokaklarından kopartılmadan kendi doğal evlerine hüner ve dikkatle yerleştirilirse, zaten kendi hikâyelerini anlatırlar.

10. Şehirlere, mahallelere hükmeden anıtsal binalar insanlığımızı ortaya çıkarmıyor, tam tersi onu eziyor. Daha insani olan; mahalleyi, sokakları, çevredeki evleri, dükkânları, her şeyi serginin bir parçası haline getirecek mütevazı müzeler hayal edebilmek!

11. Müzelerin geleceği evlerimizin içindedir.”

Bu yazısı da beni etkiledi açıkçası. Kişisel hikayelerin topluluk hikayelerinden daha zengin daha derin olduğunu ifade etmiş. Müze gezmek ve müzelerin yapısıyla ilgili de yazıda olduğu gibi  romanda da doyurucu ve üzerinde düşünülesi detaylar var.

Kitabın sonunda pek çok okurun merak ettiğini ben de merak ettim. Baş kahraman Kemal, Orhan Pamuk mu diye. Gerçi direkt olmasa da elbette Kemal’de Orhan Pamuk’un izleri vardır diye düşündüm. Orhan Pamuk da şöyle cevaplamış bu soruyu;

“Orhan, sen Kemal misin? Sorusuna olumlu bir cevap verebilmeyi çok istedim. Belki de bu yüzden şu cevabı geliştirdim: “ Evet ben de çocukluğumu ve ilk gençliğimi 1950-90 yılları arasında romanda anlattığım Nişantaşlı burjuvalar arasında geçirdim. Kemal’in ailesi, dostları benim aileme, yakın çevreme; gittiği yaşadığı yerler de benim gittiğim, bulunduğum yerlere çok benzer. Sonra ama hem ben hem Kemal, yaşadığımız sınıftan çevrelerden dışarı itildik. Bir anlamda sınıfımızın dışına düştük. Kemal, Füsun’a olan aşkı yüzünden; ben, edebiyat sevgim ve siyasi durumlar yüzünden. İkimiz de pişman değiliz.”

Hiç pişman olma Orhan Pamuk’cum kalemine, hayal gücüne sağlık. Artık Orhanpamuksever olduğumu söylemiştim değil mi?

Reklam

Masumiyet Müzesi’ni Okudunuz mu?’ için 4 yanıt

  1. Orhan Pamuk severler ailesine hoşgeldiniz. Keşke en “kötü!!!” eseri ile giriş yqpmasaydınız bu aileye. Yine de hoşgeldiniz efendim, ne iyi ettiniz

    Liked by 1 kişi

  2. Ayşecimmm,ah ayşecim beni sabah sabah nerelere götürdün.o.pamuk la ilgili duygu ve düşüncelerinin aynısı bende de vardı. Sonra aynı senin gibi m.müzesini okudum.annemde okudu ve biz İstanbul da elele tutuşup müzenin yolunu tuttuk.yolunu düşür oralara ve hikayeyi birde öyle yaşa..ne çok anım var annemle. Her an bir anı karşıma çıkıyor.hem üzüyo beni hemde mutlu ediyor.tahmin edersin. Neyse,çok uzattım, bu arada özledim seni ve birlikte olmayı…bu hafta kuzenlerim var.sonra görüntülü konuşalım.hepinizi çok öptüm,sevgiyle kalın

    Beğen

    1. Canım koncagülcüm, okuyup sevdiğim kitapla ilgili duygudaş olmamız çok mutlu etti beni. Masumiyet Müzesi’ni sıcağı sıcağına gezmeyi çok isterdim. Sonrasında ne hissettir bilemiyorum, zaten yolumun oralara düşmesi de kısmet… Bu kitabın annenle ilgili anılarını canlandırmasını da ayrıca konuşalım ne güzel olur. Ne güzel an’lar biriktirmişsiniz beraber, ne mutlu…Yorumunu geç gördüğüm için ancak yazabildim. Yarın Mersin’e gidiyorum, 10 gün sonra döneceğim. Görüntülü konuşalım o vakit, hasretle öperim…

      Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s